Yeniden Bismillah . . .  

Konu : | |

3381818392_16f207367e_o

Aylar sonra ilk kez bir yazı eklemek istedim siteme, ilk kez duygularımı paylaşmak. Kendime gaz vermek için, dünyanın büyüsü ve meşguliyeti içinde kaybolmamak için, aslıma dönmek ve yeniden bismillah demek için.

Altan Civelek'in söylediği bir şarkıyı dinlerken birden zihnim kaydı; ölüme, vefaya. Tefekkür etmek istedim doya doya.


Minik bebeğim geldi gözlerimin önüne, eşim, anam - babam. Ben ölsem dedim ne olur minik bebeğimin hali, bensiz ne yaparlar diye. Düşüncesi bile beni çok yordu. İrkildim ardından. Onların rızkını veren ben değilim Allah(c.c.) diye. Belki bensiz kalmanın acısı. Hepi topu o kadar diye.

Sonra kendimi hatırladım, ölüme ne kadar hazırım diye. Ölmekten korktum. Hazırlıksızlığıma korktum. Kendimden şüpheye düştüm.

Uzun süredir aklımda olan ama sürekli ertelediğim yeniden bismillah deme zamanının geldiğini gördüm.

YENİDEN BİSMİLLAH YA RAB. YENİDEN BİSMİLLAH...

3381818392_16f207367e_o

Gittiğin o yerlerde
Söyle huzurda mısın?
Geride kalanların
Söyle farkında mısın?

Atın beni denizlere
Vermeyin ellerine
Zaten hasret kalmış idim
O deniz gözlerine

Gidip de dönmemeye
Söyle yeminli misin?
Dönüp de görmemeye
Dayanabilir misin?

Ey göklerin yıldızı
Benim farkımda mısın?
Benden ayrı yaşamaya
Dayanabilir misin?

Atın beni denizlere
Vermeyin ellerine
Zaten hasret kalmış idim
O deniz gözlerine


2009 sonunda ehliyetler değişiyormuş !!! TC Kimlik No eklenmeliymiş !!!  

Konu :

3381818392_16f207367e_o

Son günlerde e-posta adreslerine bir haber hızla yayılıyor. 2009 yılı sonuna kadar ehliyetlerinde Tc Kimlik No olmayan ehliyetlerin değiştirileceğini haber veren, bu konuda geç kalıpta sıra beklemek istemeyenleri de derhal değişikliğe çağıran bir mesaj bu.

Kaynağı kimdir nedir bilmiyorum ama birileri gene mail zinciri yoluyla bir karışıklık yaratıyor. (eminim ki şu an gelinen noktayı görüp görüp gülüyordur.)

Tabi acemi blogçularda mal bulmuş mağribi gibi haberin üzerine atlamışlar. Yanlış bilgilendirme almış başını gitmiş.

Geçenlerde ben de bu haberi görünce derhal girip emniyetin web sayfasında araştırdım konuyu. Ve konuyla ilgili açıklamayı da buldum. Açıklama şu şekilde:


Son günlerde bazı internet sitelerinde, 2009 yılı sonuna kadar sürücü belgeleri üzerinde T.C. Kimlik Numarası olmasının zorunlu olduğu, bu nedenle 2009 yılı sonuna kadar tüm sürücü belgelerinin zorunlu olarak değiştirileceği, maddi hasarlı trafik kazaları ile ilgili 01 Nisan 2008 tarihinde başlanılan yeni uygulama içinde, üzerinde T.C. Kimlik Numarası bulunan yeni sürücü belgelerinin gerektiği yönünde haberler yapıldığı görülmüştür.

15.02.2007 tarihinden itibaren düzenlenen sürücü belgeleri üzerine belge sahibinin T.C. Kimlik Numarasının yazılması uygulamasına başlanılmıştır.

Ayrıca, zayii veya yıpranma gibi nedenlerle sürücü belgesini değiştirme durumunda olan vatandaşlarımıza, üzerinde T.C. Kimlik Numarası bulunan sürücü belgesi verilmektedir.

İddia edildiği gibi T.C. Kimlik Numarası bulunmayan sürücü belgelerinin belli bir süre içinde değiştirilme zorunluluğu bulunmamakta olup, gerek trafik denetimlerinde, gerekse diğer trafik işlemlerinde (trafik kazaları gibi) vatandaşlarımız mevcut sürücü belgelerini değiştirmeksizin kullanabileceklerdir.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

Emniyetin sitesinde şurada yer alıyor.

Acemi blogçu arkadaşlara seslenmek istiyorum. Bilgi kirliliğinin önüne geçme adına her önünüze gelen habere atlamayın.

LÜTFEN...


Bir Ruşen Eşref Ünaydın Eseri: "Diyorlar ki" (Yazılı ve Sesli Kitap Özeti)  

Konu : |

ruşen eşref ünaydın

Ruşen Eşref Ünaydın Kimdir:

1892 yılında İstanbul'da doğdu. Galatasaray Sultanisini ve Edebiyat Fakültesini bitirdi. Askeri Baytar Alisi'nde, Darülmuallimini Aliyde, Türkçe ve Fransızca öğretmenliği yaptı.

Yazarlık hayatına 1914'te mütercimlikle başladı. 1918'de Yeni Gün muhabiri olarak Kafkasya'ya, Tasviri Efkar muhabiri olarak Sivas'a gitti. Dergi ve gazetelerde mülakat ve gezi türünde yazıları yayımlandı. 1920'de Anadolu hükümetinin çağrısı üzerine İnebolu yoluyla Ankara'ya gitti; Türk Kurtuluş Savaşına katıldı.

1922 yılında Buhara elçiliği başkatibi oldu. Lozan Konferansında matbuat müşavirliği yaptı. TBMM ikinci döneminde Afyonkarahisar Milletvekili seçildi. Riyaseti Cumhur Umumi Katipliğinde, Tiran, Atina, Budapeşte elçiliğinde ve Roma, Londra ve Atina Büyükelçiliğinde bulundu. 1952'de emekliye ayrıldı.

"Servet-i Fünun", "Donanma", "Tedrisat", "Türk Yurdu" ve "Yeni Mecmua"da yayımladığı mülakat, mensur şiir ve hatıra türünde yazılarıyla tanındı. Mustafa Kemal Paşa'nın yakın çalışma arkadaşlarından biri olan Ruşen Eşref Ünaydın, Mustafa Kemal Paşa'yı Türk basınında ilk defa tanıtmasıyla ünlüdür.

Kitap Özeti:

Ruşen Eşref'in Sanatçı, yazar ve fikir adamlarıyla yaptığı mülakatların toplanması ile oluşturulan bu eserdeki mülakatlar, 1918 yılının başlarında Vakit’te peş peşe çık­maya başlayınca, özellikle edebiyat çevrelerinde, bütün hızıyla devam etmekte olan dünya harbi haberlerine duyulan merakı bile bastırmış, bir yığın dedikoduya ve tartışmaya yol açmıştır.

Ruşen Eşrefin Diyorlar ki adlı eserinde:

Abdülhak Hamid Tarhan, Nigar Ha­nım, Sami Paşazade Sezai, Halit Ziya Uşaklıgil, Cenap Şahabettin, Hüseyin Cahit Yalçın, Süleyman Nazif, Rıza Tevfik Bölükbaşı, Mehmet Emin, Halide Edip Adıvar, Hamdullah Hamdi, Ziya Gökalp, Ömer Seyfet­tin, Refik Halit Karay, Fazıl Ahmet Aykaç, Mehmet Fuat Köprülü, Ahmet Haşim ve Ali Kemal ile yapılan mülakatlar vardır. Birkaçından örnek vermek gerekirse;

Nigâr Hanım

- Kim bilir hanımefendi, size ilk şiir hevesini veren sebep­ler ve ilhamlar nelerdi? Okudum ki pek küçük yaşta ruhunu­zu terennüm etmeye başlamışsınız!

- Bana ilk şiir hevesini veren yaradılışımdır. Çünkü ben on iki yaşında bir çocuktum; kardeşim bir kaza sonunda öl­müştü ve benim en evvel ki şiirim de maateessüf bir mersiye oldu. Türkçeyi ben Kadıköyü’nde, Fransız mektebinde iken okuyup öğrendim. Babam, bana öğretmen olarak Celâl Sahir Bey’in kayın babası olan Ebüllisan Şükrü Efendi’yi seç­mişti. İlk yazılarım çıkmaya başladığı zaman ben on dört yaşındaydım. Diyebilirim ki şairlik zevkini annemden almışımdır; çünkü annem, efendim, gayet çok şiir okurdu. Zavallı hasta olduğu zaman daima beyitler okurdu. Bununla beraber benim en büyük ilham kaynağım vatanımdır.

- Eski Edebiyatımızı çok okur muydunuz hanımefendi? Eskiler arasında hissinizi en fazla okşayan şairler hangileriydi?

- O zamanlar ben eski divanları okurdum. Leyla, Şeref divanları; fakat Muhlis Paşa divanı ki Esat Muhlis Paşa çocuk­larımın eniştesinin yani Sadullah Paşa’nın babasıdır. O vakit­ler, sabahlara kadar dirseklerim yazıhane üstünden kalkmazdı. Zaten bütün hayatımda uyku uyumamaktan mustarip oldum efendim.

- Bendeniz de öyle!

- Hep eski divanları okurdum; daha doğrusu elimin altı­na ne geçerse okurdum. Bu benim âdetimdir. Bir taraftan da Hugo, Musset, Lamartine… Eskiler arsında beni en fazla Fu­zûlî duygulandırdı. (Ve biraz acele acele söyledi.) Fuzûlî, Fu­zûlî; hâlâ da bugün de Fuzûlî… ve Nedîm. Bunların ikisi arasında o kadar fark vardır ki; birisi aşk ve sevda da derin… Ötekini de şuhluğundan, şakraklığından severdim belki… Fa­kat ikisi arasında hiç aynı hissime tesir eden ortak bir nokta görmedim. Şeyh Gâlib’i de çok sevdim. Ee… O zamanların edebiyatı bu idi. Sonra ben de ilhamlarımı yazı hâline getir­meye başladım. O tarihte Muallim Hayret Efendi’nin Saadet de benim için yazdığı makaleler, son derece teşvik edici bir rol oynamıştır.

Ömer Seyfettin

Genç ve çalışkan hikâyececiye de müracaat ettim. Evve­la “Beni bu serinin içine katmayın.” diye özür diledi. Aradan bir müddet geçmişti. Bir gün oturduğum evi şereflendirdi. “Ben söyleyeceklerimi yazdım. Siz de bu yazar benim ah-babımdır; yüzünde, hareketlerinde, sözlerinde öyle dikkate çarpacak bir şey yoktur, dersiniz cancağızım.” dedi. Birkaç defa omuzlarımı okşadı. Kâğıtları bırakıp çıktı gitti. Kendisine teşekkürler ettim. Ömer Seyfettin Bey şunları yazmış:

Eski Edebiyat

Daha ben çocukken evimizde birçok divanlar vardı. On­ları okuya okuya edebiyata heves ettim. Fakat Eski Edebi­yatın çeşnisini, zevkini tattığımı iddia edemem. Çünkü bunun için başka bir ilim, başka bir tahsil ister. Pek gençken gazeller falan da yazdım. Fakat bunlar saçma şeylerdi. O vakit bu ya­na aklımda sadece Leyla ile Mecnun’lar kaldı. Demek ki as­lında yalnız onları anlayabiliyormuşum.
Bugün artık ‘Eski edebiyat’ımıza hiç taraftar kalmadığı için bu mevzu bahse bile değmez sanırım. Divan Edebiyatı! İşte olsa olsa edebiyat tarihi için lüzumlu bir saha! Daha faz­lasına aklım ermez. »
Şinasi’den sonraki edebiyata gelince: Namık Kemal Bey’i \ çok sevdim. ‘Evrek-ı Perişan’ dan sahifeler ezberledim. Bana ‘canlılık’ zevkini veren; beni iyiye, doğruya, güzele samimi­yetle alakadar eden Namık Kemal’dir sanıyorum. Ne yalan söyleyeyim, Hamid’i pek o kadar anlayamıyorum. Ekrem Bey’e gelince, Nejat’ı için yazdığı şeylere hâlâ bayılırım. Bun­lar ne kadar insana tesir eden şeylerdir.

Edebiyat-ı Cedide

“Fikret!.. İşte bana ‘mükemmellik’ şevk ve isteğini veren kimse! Lise sınıflarında İken hep ‘Rübab’ı okuyordum. Halit Ziya bizim ilk üstadımızdır. Ben, bir gece hiç uyumamış, sa­baha kadar’ Bir Ölünün Defteri’ni okumuştum. Yalnız onun dili skolastiktir. Yoksa tekniği öyle kuvvetlidir ki Avrupa’nın güneydoğusunda, mesela Romanya’da, Sırbistan’da, Bulga­ristan’da, Yunanistan’da o kuvvette bir romancı yoktur. Buna emin olunuz. Bulgarların en büyük yazarı Vazof un eseri bile nihayet bir han odası hikâyesine benzer. Ne tasvir vardır, ne de sanat! Hüseyin Cahit tek bir roman yazmıştır; ‘Hayal İçin­de’. Ama ne roman… Hayat, olduğu gibi, bu romanın içinde­dir. Romanın kahramanı Nezih hâlâ gözünün önündedir. Mehmet Rauf’un ‘Eylül’ü de bizim edebiyatımızda eşi benze­ri bulunmayan bir eserdir. Yüksek, \;üce, manevi ruhi kadın aşkı… Hiç temas yok. İdeal aşk. Aşkın hürmetten nasıl doğ­duğunu anlamak İçin bu romanı okumalı. Her vakit söylerim, yine söyleyeyim: Eğer Tevfik Fikret’le onun arkadaşları ‘tabii dili’ kavrayabilmiş olsaydılar, şüphesiz, bizim de ebedi klasik­lerimiz olurdu. Çünkü onlar modern edebiyatın tekniğini ol­duğu gibi anlamış ve kabul etmişlerdir.”

Milli Edebiyat

“Bakınız ben Millî Edebiyat’tan ne anlarım: Vezinle dilin tam Türkçe, yani tabii olması… Zira yaratıcı bir sanatkârın duygularına sınır çizilemez. Bu sanatkâr karakterine, aldığı terbiyeye, nelere karşı bir meyil duyuyorsa onlara göre yazar. Hem, zannetmem ki, bir adam mademki bir topluluğun için­de yaşıyor; duyuşu, tarzı millî anlayışı dışında olsun. İnsan normal, anormal olabilir; fakat milliyet denilen manevi daire­nin içinde bunların her ikisi de yok mudur? Bu iki hâlin dur­madan devam mücadelesidir ki hayata can verir. Mücadele-siz hayat, ölümün, yokluğun ta kendisidir.

Genç şairlerden en beğendiğim Orhan Seyfi’dir. Sonra da Faruk Nafiz… Nesir yazarlan içinde dilini en güzel buldu­ğum Refik Halit’tir. İşte tam İstanbul Türkçesi. Yakup Kadri te­miz ve seçkin, derin bir yazardır. Ama ben yine, Refik Halit’ten daha kolay lezzet alırım, hayalim yorulmaz. Halide Edip Hanım son romancımızdır. Hatta henüz onun karşısında bir ra­kip bile yoktur. Ben ‘plastik’ şeyleri çok sevdiğim için, onun hakkında fikirler ileri sürmek kudretini kendimde göremem. Herhalde gayet nefis yazıları var…

Bana gelince; ortaya esaslı bir eser koymadan sanat­kârlık hülyasına kapılmam bile! Edebiyatımızın hedefi: ‘Çok laf, az eser’ dir. Ben şimdilik hedefi ve bu anlayışı bozmaya çalışıyorum. Ağustos böceği gibi, öterek yan gelmekten ise, karınca gibi çalışmak daha iyi değil mi? Şimdiye kadar öttü­ğümüz elverdi; biraz da İş yapalım ki çorak edebiyatımız şen­lensin, değil mi? Siz de bu fikirdesiniz sanıyorum.”


buton


100 TEMEL ESER ÖZETLERİ ANA SAYFASI


Bir Abdülhak Şinasi Hisar Eseri: "Boğaziçi Mehtapları" (Yazılı ve Sesli Kitap Özeti)  

Konu : |

abdülhak şinasi hisar

Abdülhak Şinasi Hisar Kimdir:

1883'te İstanbul'da doğdu. 3 Mayıs 1963'te İstanbul'da yaşamını yitirdi. Romancı.

Türkiye'de ilk edebiyat dergilerinden 1882-1883'te yayınlanan Hazine-i Evrak'ın yayıncısı, öykü ve eleştiri yazarı Mahmud Celaleddin Bey'in oğlu. Babası ona hayranlık duyduğu iki şair Şinasi ile Abdülhak Hamit Tarhan'ın adlarını verdi. Çocukluğu Rumelihisarı, Büyükada ve Çamlıca'daki konaklarda geçti.

Mürebbiyelerinden Fransızca öğrendi. Tevfik Fikret'ten Türkçe dersleri aldı. 1905'te Mekteb-i Sultani'yi (Galatasaray Lisesi) bitirdi. 1905-1908 arasında Paris'te Siyasal Bilgiler Yüksekokulu'nda öğrenim gördü. Jön Türk hareketine katıldı. 2'nci Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a döndü. 1909'da bir Fransız şirketine memur olarak girdi. 1924'te Reji İdaresi'nde çalışmaya başladı. Balkan Birliği Cemiyeti Genel Sekreterliği yaptı. 1945'te Uluslararası Barış Kongresi'ne katılmak üzere ABD'ye gitti. 1984'ten sonra ölümüne değin sürekli İstanbul'da kaldı.

1921'den sonra "Dergâh" dergisinde "Kitaplar ve Muharrirler" başlığıyla yazdığı eleştirilerle adını duyurdu. Yarın, İleri ve Medeniyet dergilerinde şiirleri, eleştirileri yayınlandı. Cumhuriyet'ten sonra Ağaç, Türk Yurdu, Ülkü ve Varlık dergileriyle, Milliyet ve Dünya gazetelerinde yazdı. İlk romanı "Fahim Bey ve Biz" 1942 Cumhuriyet Halk Partisi yarışmasında üçüncülük ödülü aldı. Bu eser eleştirmenler tarafından "akıcı bir dil ve yetkin bir üslupla kaleme alınmış" diye değerlendirildi.

Romanlarında Rumelihisarı, Büyükada, Çamlıca üçgeninde varlıklı, gününü gün eden, sorunsuz insanların yaşamlarını yansıttı. Bu çevrelerin dışındaki yaşamı basit ve aşağı buldu. Fransız edebiyatçılardan etkilendi. Kahramanlarının hepsini dengesiz, gariplikleri olan, içine kapanık, başarısız ve hayalleriyle avunan kişiler olarak kurguladı. Olaylardan çok kahramanlarının duygu ve düşüncelerine öncelik verdi. Şiirsel bir dil ve özgün bir teknik kullandı.

Kitap Özeti:

Boğaziçi Mehtapları, Abdülhak Şinasi Hisar'ın ilk kitabı “Fahim Bey” ve “Biz”den iki yıl sonra yayımlanan (1943), ikinci kitabıdır. Kendi romanlarına bile bunlar birer "hatıra" der. Ama Boğaziçi Mehtapları gerçekten bir "hatıra" ya da "deneme" türünde kaleme alınmıştır.

Yer yer üslup işleyişi ile şaşırtıcı bir kalem ustalığından haber veren bu kitap, kendisinin "Boğaziçi Medeniyeti" adını verdiği, artık tarihe karışmış, kenarda köşede kalmış birkaç eski yalısının hatıralarda canlandırmaya yetmediğini, büsbütün aynı ve muhteşem bir güzellikler âleminin belki de böylesine bir ihtişamla, ancak şairin her şeyi yeniden yaratıp güzelleştiren hayalinde yaşamış bir "Binbir gece" âleminin tasviri ile doludur.

Eski zamanın, politik yönünü değil, Boğaziçi'ndeki şiirli tecellisini tasvirde bu kadarla yetinemeyen Abdülhak Şinasi, Boğaziçi Yalıları ile gene o büyülü atmosferi anlatmaya devam etmiş. Sonra Eski Zaman Köşkleri ile eski İstanbul'un başka semtlerindeki şiiri; yüzlerce sahtesi arasına karımış beş on halis elması sadece pırıltı farkından tanıyıp ayıran bir kuyumcu sabrı ile, her şeyi silip yok eden zamanın insafsız pençesinden kurtarıp ölümsüzlüğe kavuşturmuştur.

KİTAPTA, YEDİ BÖLÜMDE YİRMİ SEKİZ YAZI YER ALIR.

Bu başlıklar gelişigüzel değil, son derece planlı bir çalışmanın göstergesidir. Bu başlıkları Boğaziçi Medeniyeti’ni kavratmak için bir yol haritası olarak yazar. Bu başlıklar ve onların altında işlenen konular şöyle sıralanır:

Hazırlanış: Boğaziçi Medeniyeti, Mazinin Yoksullukları, Tabiat Sevgisi, Musiki İptilası

Toplanış: Bu Gecelerin Kıymeti, Saz Fasılları, Kayıklar ve Sandallar, Yan yana Gelenler ve Gelmeyenler

Musiki Faslı: Kayıklar ve Sandalların Kervanı, Saz Fasılları, Saz Sesleri, Hanende Sesleri

Sükût Faslı: Boğaziçi Cenneti, Mehtap, Yalıların Önünden Geçiş, Sessizliğin Şiiri

Aşk Faslı: Mehtapta Görülen Güzellikler, Karanlıkta Parıldayan Arzular, Şarkıların Dedikleri, Herkesin Aslanı, Söyleyen Saz

Dağılış: Fanilikler, Sönüş, Ayrılış, Unutuluş

Hatırlayış: Mazi Cenneti, Bizimle Beraber Yaşayan Hâtıralarımız, Hâtıralarımızın Zaman İçinde Devamı, Başka Dünyaların Bizden Görebilecekleri

Kitaptan bazı bölümlerden alıntılar:

Tabiat Sevgisi Parçasından

İstanbul’da tabiatın emsalsiz güzelliği, şüphe yok ki Boğaziçi’ndedir ve İstanbul’un en güzel semti olan Boğaz’a o zaman gösterilen rağbet tabiata duyulan sevgiyi ve verilen kıymeti gösteriyordu. Theophile Gautier için olduğu gibi o zamanki hanımlar ve beyler için de tabiat var olan, görülen, sevilen bir şeydi. Bu ruhlar İnsan güzelliği kadar tabiat güzelliğini de duymasını ve sevmesini biliyorlardı. Bu insanlar daha tabiatla aralarını büsbütün açmamışlardı. Ruhları ve vücutları birbirlerinden tamamıyla ayrılmamıştı. Şehir her yanından denizlere ve dağlara, Boğaziçi de her yanından kırlara açılıyordu. Nakil vasıtalarının iptidailiği, kulübelerde oturanlardan ta saraylardan oturanlara kadar herkesi mevsimle alakalandırır, sıcak ve soğuk, rüzgâr ve kar, yağmur ve çamur herkesi meşgul ederdi. Soğuğu ve sıcağı bütün insanlar duyarlar, konakların, köşklerin odaları da mangallarla ısınırdı.

Eski evlerin hayatı insanları tabiattan şimdiki apartmanlar gibi ayırmazdı. Eve bahçeden geçilir, bahçe sulanmak için bir kuyudan su çekilir, çiçekler bahçeden evlere girer, lavanta çiçekleri temizliği duyuran kokularını yataklara dökerdi. İnsanlar ne tattıkları zevki değiştiren mevsimleri, ne de sevdikleri hayvanları düşünmemezlik edemezdi. Evin en rahat köşelerinde kediler horlardı. Daha eskiden İstanbullu ata biner, ava giderdi. Şehirde kira arabaları kadar da kiralanan binek hayvanları vardı. Boğaziçi’nde de yalılar Önünde oltayla yahut da açıkta kayıkla balık tutulurdu.

Boğaziçi’nin hemen kendine mahsus olan ve sularının nefis meyvelerine benzeyen balıkları vardır. Bunlar da insanlan, saatler ve mevsimlerle alakalandırır. Çünkü bazıları hemen her akşam, bazıları geceleyin tutulur, ekserisinin, birbirini takip ile, aylara göre değişen ve hemen bütün seneyi kaplayan ayrı ayrı mevsimleri vardır.

Sessizliğin Şiiri Parçasından

Maziyi anlamak ve duymak için bilinmesi lazım gelen, şimdi elimizden kaçırmış olduğumuz bir nimet, bize yardım elini uzatan bir ilah vardı ki o da her günümüzü saran nefis bir sessizlikti. Sükût, gramofonlarla yenilerek, radyolarla kovularak, otomobil, otobüs, tramvay gürültüleriyle delik deşik edilerek gitgide o kadar azalmış, daralmış, ufalmış, yeni hudutlarının içinde kalmış ve bizim saatlerimizin çoğundan o kadar uzaklaşmıştır ki bazen ona rast gelince bir lezzet gibi duyuyoruz. Biraz süren sessizlik bize ilaç diye koklanan bir ruh gibi tesir ediyor ve musiki yerine geçiyor. Vaktiyle Shakespeare de tam bir sessizliğin en tatlı bir musiki makamına geçtiğini söylemekte haklıydı. Sükûta şimdi bir koruya, bir bahçeye girer gibi erişiyoruz. O zamanlarsa bu bizim tabii ve hemen da imi iklimimizdi. Sükût esas ve onun haricinde şarkı ve saz ise nadir tadılır zevklerdi. O zamanlarda bol bol kandığımız ses sizliğe biz elbette şimdiki kadar acıkmış ve susamış değildik. Fakat bilakis ona pek alışkın olduğumuzdan tadını çıkarmasını daha iyi bilirdik.

Hayat mefhumunun düşünülmesi gündelik patırtılar arasında o kadar güçleşiyor ki bunu duyabilmek ve tadabilmek için şehrin gürültülerinden kurtulmuş, yıkanmış olmak lazım geliyor. Şimdi sükûttan öyle mahrumuz ki geçenlerde Boğaziçi kıyılarında dolaşırken eskiden bildiğim bir ruha tekrar kavuşur gibi olmuştum. Onu birdenbire tanıyamadım. Tattığım lezzete akıl erdiremiyordum. Sükût içinde kendi kulaklarımın uğultusunu işitiyordum. Meğer bu beni yavaş yavaş sarmış olan eski, rahat ve tatlı sessizlikmiş. Onun nurunda vücudumun ve ruhumun, eyvah! Ne boş patırtıların kurbanı olarak ne kadar yorgun, ne kadar yıpranmış olduğunu gördüm.

Şarkıların Dedikleri Parçasından

Boğaziçi’nde bazı yaz günleri her zamankinden daha güzel olur. Bu harikulade günlerde gökyüzü daha parlak, deniz daha berrak, dünya daha tılsımlı, hayat daha mucizeli, ta biat daha ilahî görünür. Bu müstesna günler ruhlarımızı son haddine kadar açar; fakat asla mesut etmez. Bilakis onların acı duyulan bir tadı vardır. Zira bilinmez nasıl bir yerden sırrını vermeyen bir ruh sanki bize bakar; acır mı, acımaz mı? Bilemeyiz; küçüklüğümüzü gördüğünü sanırız ve mahzun oluruz. Genişlemiş ruhumuza o günlerde hayat, bütün lezzetiyle, sanki az gelir.

Ömrümüzün tabiat kadar güzel olmadığını ve dünya kadar ebedî olmadığını daha çok duyarız. Henüz çocukken hassaslığımın daha çoğaldığı böyle günlerde, artmış bir merakla, bir çiçeğe, mesela bir sümbüle ve ya denizin içinde açılır kapanır bir köpüğe benzeyen bir pelteye bakarak uzun uzun daldığımı hatırlarım. İnsan o nazlı çiçeği gördükçe hep mahvolan bu güzellikler nedir ve niçindir? Veya denizde canlanmış bir köpük gibi açılan kapanan peltenin âdeta nebati hayatını gördükçe hep mahvolan bu hayatlar nedir ve niçindir, demek ihtiyacını duyardım. O ihtişamlı günlerde bütün bu sualler hep cevapsız kalırdı. Şimdi ne hatırımdaki o güzel günlere baksam güya o nazlı çiçeğin bir nida işareti gibi açılıp beklediğini ve sularda yüzen peltenin bir sual işareti gibi açılıp kapandığını görüyorum.

Mazi Cenneti Parçasından

Geçmiş bir zamanı diriltmek, kendi gençlik çağımızı tekrar etmek gibi tamamen imkânsızdır. Fakat insanın da, mille tin de sağlam temelleri bu tekrar dirilmesine imkân olmayan geçmiş zamanlarıdır. Milliyetçilik muarızları en evvel millî maziyi unutturmak isterler. Bu millete yapılabilecek en sinsi ve en şeytani hücum onun vicdanından mazisini almak, hafızasında mazisini yok etmektir. Bundan mahrum edilen bir millet en emin kuvvetini kaybetmiş olur. Bize saldıran düşman daima topraklarımıza ve ölülerimize hücum eder. Zira biz o topraklarla o ölülerin mahsulleri ve devamlarıyız.

Herkesin kendi mazisine hasret çekmesi tabiidir. Zira bu en güzel hayat çağında, yirmi yaşlarında bulunduğu zamanı sevmesi ve ona tahassür etmesi demektir. Mazi en kıymetli zamanlarımızdır. Zira hatırımızda bugünlerimize kadar devam etmesiyle, en çok uzamış olan, en çok yaşamış bulunduğumuz zamanımızdır. Mazi hâle uzaklığı nispetinde sağlamdır ve biz ona hayatımızı uzattığı nispette bağlı kalırız.

buton


100 TEMEL ESER ÖZETLERİ ANA SAYFASI


Muhsin Yazıcıoğlu - Üşüyorum (Şarkısı ve Kendi sesinden şiiri)  

Konu : |

Muhsin

Kör ölür badem gözlü olur klişesinin dışına çıkarak söylemek istiyorum. Muhsin Yazıcıoğlu gerçekten de bu memleket için çalışmış, emek vermiş, bedel ödemiş bir insan. Muhakkak ki zamanında hatalar da yapmış. Sonradan pişmanlığını dile getirdiği hatalar bunlar.

Çok acıklı bir şekilde yakaladı onu ecel. Sen öyle sessiz sedasız, insanlar üstünde etkisi olmayacak bir şekilde ölemezsin gibilerden yakaladı.

Birçoklarının hep ikinci tercihiydi. Birinci olmayı Rabbim (C.C.) o'na nasip etmedi. Ama o uğraştı didindi.

Bu çabalarının sonucunu ise milyonlarca insan kendisine dua ede ede ölerek aldı. Bundan güzel mükafat var mıdır ki ey dostlar. Kendisine ait "Üşüyorum" adlı şiirini koymak istedim siteme. Müslümanlığını ve insanlığını vurgulamak amacıyla. Okuyun, dinleyin, düşünün. Zira ölüm bir gün hepimize uğrayacak.

Şiiri Muhsin Yazıcıoğlu'nun kendi sesinden ve şarkılaştırılmış haliyle dinlemek için aşağıdaki oynatıcının Oynat "Play" düğmesine basın.



ÜŞÜYORUM

Bir coşku var içimde bu gün kıpır kıpır
Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum
Gözlerim parke parke taş duvarlarda
Açılıyor hayal pencerelerim
Hafif bir rüzgar gibi süzülüyorum

Kekik kokulu koyaklardan aşarak
Güvercinler ülkesinde dolaşıyor
Bir çeşme başı arıyorum
Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp
Mis gibi nane kokuları arasında
Ruhumu dinlemek istiyorum

Zikre dalmış her şey
Güne gülümserken papatyalar
Dualar gibi yükselir ümitlerim
Güneşle kol kola kırlarda koşarak
Siz peygamber çiçekleri toplarken
Ben çeşme başında uzanmak istiyorum

Huzur dolu içimde
Ben sonsuzluğu düşünüyorum
Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum
Durun kapanmayın pencerelerim
Güneşimi kapatmayın

Beton çok soğuk, üşüyorum…

Muhsin YAZICIOĞLU


haftanın fotoğrafı
yetim
haftanın sözü

Üyelikler



Personal Blogs - BlogCatalog Blog Directory

Add to Technorati Favorites

TopOfBlogs

Web İstatistikleri

Website Statistics
web counter
haftanın videosu
haftanın parçası

İnternette Cinsel İstismara , Şiddete "HAYIR"

Lale

Son Yazılarım

Subscribe Now: Feed Icon

Son Yorumlar