Bir Evliya Çelebi Eseri: "Seyahatname'den Seçmeler" (Yazılı ve Sesli Kitap Özeti)  

Konu : |

evliya çelebi

Evliya Çelebi Kimdir:

1611’de İstanbul’da doğdu. 1684’te, Mısır’dan dönerken yolda ya da İstanbul’da öldüğü sanılıyor.

Asıl adı Derviş Mehmed Zillî’dir. Ailesi Kütahya'dan gelip saraya yerleşti. Babası sarayda kuyumcu olan Mehmet Zillî’dir.

Özel öğrenim gördü. Bir süre medresede okudu, babasından tezhip, hat ve nakış sanatlarını öğrendi. Musiki ile ilgilendi, hafız oldu. Enderuna alındı.

Dayısı Melek Ahmed Paşa aracılığıyla Sultan 4'üncü Murat'ın hizmetine girdi. Gezmeye ilgisi çocukluğunda babasından ve yakınlarından dinlediği öyküler, söylenceler ve masallardan kaynaklanır.

Seyahatname’nin giriş bölümünde gezi merakını bir rüyaya bağlar. Kendi anlatımına göre, bir gece rüyasında Hazreti Muhammed’i gördü. "Şefaat ya Resulallah" diye şefaat isteyecekken, şaşırıp "Seyahat ya Resulallah" dedi. Böylece birçok ülkeyi gezme, tanıma fırsatı bulduğunu yazar.

1635’te, yani 24 yaşındaki iken önce İstanbul’u dolaşmaya, gördüklerini, duyduklarını yazmaya başladı. 1640’ta Bursa, İzmit ve Trabzon’u gezdi. 1645’te Kırım’a Bahadır Giray’ın yanına gitti. Yakınlık kurduğu kimi devlet büyükleriyle uzak yolculuklara çıktı. 1646’da Erzurum Beylerbeyi Defterdarzade Mehmed Paşa’nın muhasibi oldu.

Doğu illerini, Azerbaycan’ın, Gürcistan’ın kimi bölgelerini gezdi. Gümüşhane, Tortum yörelerini dolaştı. 1648’te İstanbul’a dönerek Mustafa Paşa ile Şam’a gitti, üç yıl bölgeyi gezdi. 1651’den sonra Rumeli’yi dolaşmaya başladı, bir süre Sofya’da bulundu. 1667-1670 arasında Avusturya, Arnavutluk, Teselya, Kandiye, Gümülcine, Selanik yörelerini gezdi.

Kitap Özeti:

Evliya Çelebi 50 yılı kapsayan bir zaman dilimi içinde gezdiği yerlerde toplumların yaşama düzenini ve özelliklerini yansıtan gözlemler yapmıştır. Bu geziler yalnız gözlemlere dayalı aktarmaları, anlatıları içermez, araştırıcılar için önemli inceleme ve yorumlara da olanak sağlar. Seyahatname'nin içerdiği konular, belli bir çalışma alanını değil, insanla ilgili olan her şeyi kapsar. Üslup bakımından ele alındığında, Evliya Çelebi'nin, o dönemdeki Osmanlı toplumunda, özellikle divan edebiyatında yaygın olan düzyazıya bağlı kalmadığı görülür.

Divan edebiyatında düzyazı ayrı bir marifet ürünü sayılır, ağdalı bir biçimle ortaya konurdu. Evliya Çelebi, bir yazar olarak, bu geleneğe uymadı, daha çok günlük konuşma diline yakın, kolay söylenip yazılan bir dil benimsedi. Bu dil akıcıdır, sürükleyicidir, yer yer eğlenceli ve alaycıdır. Evliya Çelebi gezdiği yerlerde gördüklerini, duyduklarını yalnız aktarmakla kalmamış, onlara kendi yorumlarını, düşüncelerini de katarak gezi yazısına yeni bir içerik kazandırmıştır. Burada yazarın anlatım bakımından gösterdiği başarı uyguladığı yazma yönteminden kaynaklanır. Anlatım belli bir zaman süresiyle sınırlanmaz, geçmişle gelecek, şimdiki zamanla geçmiş iç içedir. Bu özellik anlatılan hikayelerden, söylencelerden dolayı yazarın zamanla istediği gibi oynaması sonucudur.

Evliya Çelebi belli bir süre içinde, özdeş zamanda geçen iki olayı, yerinde görmüş gibi anlatır, böylece zaman kavramını ortadan kaldırır. Seyahatname'de, yazarın gezdiği, gördüğü yerlerle ilgili izlenimler sergilenirken, başlı başına birer araştırma konusu olabilecek bilgiler, belgeler ortaya konur. Bunlar arasında öyküler, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masal, mani, ağız ayrılıkları, halk oyunları, giyim-kuşam, düğün, eğlence, inançlar, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat varlıkları önemli bir yer tutar.

Evliya Çelebi insanlara ilgili bilgiler yanında, yörenin evlerinden, cami, mescid, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra gibi değişik yapılarından da söz eder. Bunların yapılış yıllarını, onarımlarını, yapanı, yaptıranı, onaranı anlatır. Yapının çevresinden, çevrenin havasından, suyundan sözeder. Böylece konuya bir canlılık getirerek çevreyle bütünlük kazandırır. Seyahatname'nin bir özelliği de değişik yöre insanlarının yaşama biçimlerine, davranışlarına, tarımla ilgili çalışmalarından, süs takılarına, çalgılarına dek ayrıntılarıyla geniş yer vermesidir. Eserin bazı bölümlerinde, gezilen bölgenin yönetiminden, eski ailelerinden, ileri gelen kişilerinden, şairlerinden, oyuncularından, çeşitli kademelerdeki görevlilerinden ayrıntılı biçimde söz edilir. Evliya Çelebi'nin eseri dil bakımından da önemlidir.

Seyahatname'den bazı bölümler şöyledir.

DARÜŞŞİFA

1682 yılında Edirne’yi ziyaret eden Evliya Çelebi, külliyeden; “Orada bir Darüşşifa vardır ki dil ile tarif edilmez, kalemler ile yazılmaz “ diye bahseder. Ünlü seyyah, ayrıca külliye için şu ilginç tanımlamaları kullanmıştır:

“Adı geçen bağın ortasında, göğe baş uzatmış bir yüksek kubbedir ki güya aydınlık hamam camekanı gibi tepesi açıktır. Bu açık yerde altı adet ince mermer sütunlar üzerinde Kiyanıyan tacı gibi bir kubbecik vardır. San’atkar iş üstadı, bu küçük kubbenin ta tepesine halis altın ile yaldızlanmış bir çeşit demir mil üzerine bir bayrak yapmış, ne taraftan rüzgar eserse, o bayrak o tarafa döner. Garip görünüşlüdür. Ama aşağı büyük kubbe sekiz köşelidir. Bu kemerli kubbe içinde dahi sekiz kemer vardır. Her kemerin altında bir kış odası vardır. Bu odaların her birinde ikişer pencere vardır. Bir penceresi odanın dışında olan gülistanlı ağaçlığa bakar, diğeri de bu büyük kubbenin ortasındaki büyük havuz ve şadırvana bakar. Bu sekiz adet kış odalarının önünde , yine büyük kubbe içinde sekiz adet yazlık odalar vardır.
Üç tarafı kafesli mermerler ile yapılmış bu büyük kubbe altındaki büyük havuzun çevresindeki sel sebillerden berrak su çağlayıp havuza girince , fıskiyelerden berrak su, kemerli kubbenin göbeğinde nihayet bulur.

Böyle dikkat ve özenle yapılmış şifa yurdunun anlatılan odalarında çeşitli hastalıklara tutulmuş zengin ve fakir, ihtiyar ve genç doludur.

Bazı odalarda ilkbaharda delilik mevsiminde Edirne’nin aşk denizi derinliğine düşmüş sevdalı aşıklar çoğalıp, hekimin emriyle bu tımarhaneye getirilerek altun ve gümüş yaldızlı zincirlerle kerevetlerine takılıp, her biri aslan yatağında yatar gibi kükreyip yatarlar... Kimisi havuz ve şadırvanlara bakıp kalender hülyası kabilinden sözler eder, nicesi dahi o kemerli kubbenin etrafında olan gülistan ve bağ ve bostan içindeki binlerce kuşların cıvıltılarını dinleyip, delilerin perdesiz ve ölçüsüz sesleriyle feryada başlarlar.

Bahar mevsiminde çiçek kısmından sim ve zerrin, deveboynu, müşkü rumi, yasemin, gülnesrin, şebboy, karanfil, reyhan, lale, sümbül gibi çiçekler hastalara verilip güzel kokuları ile hastalar iyileştirilirler. Fakat delilere bu çiçekleri verince kimini yerler, kimini ayakları altında çiğnerler. Bazıları dahi meyveli ağaçları seyredip, ah daha hel hope pe pohe pelo deyip, çimenlik temaşası ederler...”

KARAGÖZ İLE HACİVAT


Karagöz ve Hacı Ayvad ki Bursalı "Hacı İvaz"dır. Selçukîler zamanında "Yorkça Halil" ismiyle müsemma' peyk-i Resülullah idi ki yetmiş yedi sene müddet Mekke'den Bursa'ya gidüp gelirdi. "Efeli-oğulları" namıyle ecdadları şöhret bulmuştu. Bu hanedan zağar köpekleriyle meşhurdurlar ki hâlâ elsine-i nâsda "Efeli-oğlu zağarı gibi ne bilirsin?" deyü darb-ı mesel olmuşdur. Bu Efeli-oğlu, Mekke'den Bursa'ya gelirken beyn-el-haremeyn eşkiyâ-yı Urban Efeli-oğlu "Yorkça Halil Hacı Ayvad"ı şehid idüp Bedir hîninde defn eylediler. Efeli-oğlu'nun kelbi Arab'ların yanında kalup, sonra bu Arab'lar Şam'a gelüp çarşıda gezerken kelp bu Arab'ları kudurmuş gibi kapmağa başlayup, diğer âdemlerin ayağına yüzünü sürüp yalvararak lisân-ı hâl ile tazallüm iderdi. Sonra yine Arab'lar üzerine hırlayup dalar, hamle idüp salardı. Halk görüp anladılar ki bu Efeli-oğlu'nun zağarıdır. "Bunda bir hal vardır. Tutun şu Arab'ları" deyüp Arab'ları tutup hâkime getirirler. Handaki hücrelerini basup orada Efeli-oğlu'nun af itabesini, sapanını, teberini, kanturasını, zilleri ile kanlı esvablarını, Bursa'ya getireceği cümle mektupları bulup hemen cümle Arab'ları "Sinaniye" çarşısında sıra ile selb iderler. Kelb-i garîb de maslup Arab'ların altına varup bir âh-ı serd çekerek teslîm-i ruh ider. İşte Hacivad böyle bir sâî ve nedim ve yarandan peyk-i Resul idi.

Karagöz ise İstanbul Tekfuru "Kostantin"in sâîsi idi. Edirne kurbündeki "Kırk Kilise"den bir mîr-i sâhib-kelâm-ı cihan kıbtî idi. Adına "Sofyozlu Karagöz Bali Çelebi" dirlerdi. Tekfur Kostantin yılda bir kere "Alâeddin-i Selçukî'ye gönderdikde Hacivad ile Karagöz'ün birbirleriyle mübâhase ve mücâdelelerini o zamanın pehlevanları hayâl-i zille koyup oynadırlar idi.

KARADENİZDE FIRTINA

‘Ucali Sefer’ Reis nam bir kimsen ün şaykasına yüz elli nefer arkadaş ile girerek denizde nice muhataralar ve nice korkunç vak’alar görüp geçirdim. “Fi yevmi nahsin müstemir.” (uğursuzluğu boyuna devam eden bir gün) denmeğe lâyık bir günde sandal ile limandan taşra çıkdık. Yıldız rüzgârına yelken açarak bugün bir gecede pupa yelken gidüp Karadeniz’ün tahminen ortalarına vardık. Burada şimal canibinde Anapa dağları, Balıklava semtinde Suluyar dağları görünüp Sinop ve Amasra dağları da önümüzde idi. Derken hiç birinden nâm ü nişane kalmadı, bir gjrdâb-i elime düşdük. Gâh muvafık, gâh gayr-ı muvafık eyyam ile bir gün bir gece deryâyı bî-emân içre çalkanup durduk. Ne canibe gideceğimiz nâmalûm; âhir-ül-emr “Ol engin-i nâ-mübârekde ne reh ne râh-ber peyda” mısraına mâsadak olduk. Güneş deryada doğar, deryada batar. Bu veçhile girdâb-ı gamda telâtum-ı derya ile serseri gezerken hikmet-i Hudâ gün doğusu tarafında kara bulutlar zahir oldu. Bundan başka ra’d ü berkli sağanaklar, kırıntılı, üçerleme kumlar peyda olunca gemicilerin reng-i rûları mütegayyir oldu. Bîçâreler ellerini uğmağa başladılar.

Geminin kıç tarafındaki pusula ve kıble -nümâlarına bakarak birbirlerine can pazarı muamelesiyle bakınmaya kovuldular. Hemen içlerinden Dede Dayı nâm umûr-dîde bir ihtiyar, gemicilere hitaben: - Bre dayılar! Ne havfe düşersiniz, Hudâ kerîmdür, işte kırıntı ve sağanak gelmektedir. Mayna alaborna dedikde cümlesi bir yere gelüp alaborna iplerini indürdiler, alaborna direği de aşağı indi. Temevvüc-i derya git gide müşted olmakta olduğundan, hemen gemi üzerindeki büyük yapağı çuvallarını, papir hasırlarını, balık turşusu fıçılarını, gemi kerestelerini denize atdılar. İki yüzü mütecaviz üserayı da der-anbar idüp anbar kapusını seddeylediler. Gemi bir parça hiffet buldu, lâkin yine temevvüc-i derya âsümân ile beraber olup cûş u hurûşa başladı. “Kalırsa hecr ile girdâb-ı gamda keşti-i dil / Ne çare neyliyeyim rûzigâr elümde değül.” beytinin ifadesi mucibince üç gün gece kar, tipi, boran eksük olmadı. Gemicilerin gemi üstünde durmağa kuvvetleri kalmadı, her biri geminin bir küncünde genç bulmuş gibi nihân ve pinhân oldular. Yolculardan kimisi istifrağ ediyor, kimisi istiğfar ediyor, kimi kurbanlar, sadakalar, nezirler va’d ediyordu.

buton


100 TEMEL ESER ÖZETLERİ ANA SAYFASI

0 yorum

Yorum Gönder

haftanın fotoğrafı
yetim
haftanın sözü

Üyelikler



Personal Blogs - BlogCatalog Blog Directory

Add to Technorati Favorites

TopOfBlogs

Web İstatistikleri

Website Statistics
web counter
haftanın videosu
haftanın parçası

İnternette Cinsel İstismara , Şiddete "HAYIR"

Lale

Son Yazılarım

Subscribe Now: Feed Icon

Son Yorumlar